Türkiye: Erdoğan seçimi kazandı ancak kriz devam edecek

Bu yazının orijinali ingilizce olarak 8 haziranda socialistworld.net sitesinde yayınlandı.
Recep Tayyip Erdoğan, 28 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinde, Cumhuriyet Halk Partili (CHP) rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’nu üç milyondan az oyla çok az bir farkla yenerek Türkiye’nin cumhurbaşkanı olarak yeniden seçildi.
Sonuçlar, Türkiye’nin sınıfsal, siyasi ve ulusal hatlarda oldukça kutuplaşmış bir ülke olmaya devam ettiğini, ülkenin neredeyse yarısının Erdoğan’a oy verdiğini, diğer yarısının ise ona karşı oy kullandığını gösteriyor.
Bu seçim ve 14 Mayıs’ta yapılan parlamento seçimi, enflasyonun %120’yi aştığı tahmin edilen tarihi bir hayat pahalılığı krizinin ortasında ve yılın başlarında Türkiye’yi vuran, 50.000’den fazla insanın ölümüne ve milyonlarca insanın evlerinden olmasına neden olan iki yıkıcı depremin ardından gerçekleşti.
Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) seçim ittifakı genel çoğunluğu elde ettiği için parlamento seçimleri sağ kanat için bir atılım oldu diyebiliriz. Kendini sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP bir önceki seçime kıyasla sandalye sayısını arttırmış olsa da, bu sandalyelerin 39’u CHP’nin seçim koalisyonu olan Millet İttifakındaki sağcı partilere tahsis edildi. Bu da parlamento çoğunluğunun sağcı ve aşırı sağcı partilerden oluşacağı anlamına geliyor.
Sonuçlar, kaçınılmaz olarak, Erdoğan’ın gitmesini isteyen ve yeni bir hükümetin ekonomik krize son vereceğini uman milyonlarca emekçi ve gençler üzerinde geçici olarak moral bozucu bir etki yaratacaktır. Hızla kötüleşen yaşam standartlarından, demokratik haklara yönelik saldırılardan, yolsuzluklardan, depreme verilen skandal tepkiden ve Erdoğan ile diğer önde gelen AKP üyelerinin kullandığı sert dilden bıkmış durumdalar.
Erdoğan’a karşı oy kullanan pek çok kişi şimdi, Erdoğan’ın iktidarının daha da kötüleştirdiği onca sorundan sonra neden kazanmayı başardığını ve muhalefetin neden onu bir kez daha devirmeyi başaramadığını soracaktır.
Türkiye’yi yirmi yıldır yöneten ve Türk devlet aygıtı ve bürokrasisi üzerindeki hakimiyetini güçlendiren Erdoğan’ın, seçmen tabanını korumak için elindeki tüm kaynakları kullandığına şüphe yok. Kampanyasını desteklemek için muazzam miktarda para ve kaynak harcandı ve medyanın çoğunluğu onun kontrolü altında. Ayrıca oy hilesi iddiaları da vardı.
Memur maaşlarına %40 zam, bazı işçiler için erken emeklilik, her haneye bir ay boyunca ücretsiz doğalgaz ve diğer yardımlar gibi popülist politikalar, özellikle kırsal kesimde birçok Erdoğan destekçisinin karşı karşıya kaldığı ekonomik krizin bazı etkilerinin hafifletilmesine yardımcı oldu. Büyükşehirlerde de hayat pahalılığı krizi bir çok ölçüde daha ağır bir darbe vurdu ve bu da o bölgelerde Erdoğan’a verilen desteğin azalmasına yansıdı.
Son 20 yılda zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun artmasına rağmen AKP, patronaj ağları aracılığıyla emekçi mahallelerinde hala çok iyi örgütlenmiş durumda. Bu durum sadece seçim döneminde geçerli değil, rejime toplumsal bir taban oluşturmak için seçim zamanları dışında da çalışmalar yürütüyorlar.
Bir Türk milliyetçisi gibi görünerek böl ve yönet taktiklerine başvurdu ve Kürt karşıtı duyguları körüklerken seçim kampanyası sırasında Kürt halkına baskı uygulamaya devam etti. Özellikle Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) hapisteki eski lideri Selehattin Demirtaş’ı konuşmalarında birçok kez hedef aldı. İkinci tur seçimlerinden sonra, kendisi görevde olduğu sürece Demirtaş’ın asla hapisten çıkmayacağını yineledi.
Erdoğan aynı zamanda kendisini bir ‘dünya lideri’ olarak konumlandırdı çünkü Türkiye Erdoğan’ın yönetimi altında bağımsız bir dış politikaya sahipmiş gibi algılanıyor. Bu aynı zamanda homofobik ve cinsiyetçi bir dille birleştirildi.
‘Birleşik’ muhalefet
Erdoğan’a karşı ana seçim kampanyası CHP tarafından yürütüldü. Millet İttifakına liderlik ettiler ve aralarında Erdoğan döneminde görev yapmış eski bir başbakan ve maliye bakanının kurduğu partilerin de bulunduğu beş sağcı partiyi davet ettiler.
AKP’ye yakın partilerle işbirliği yapmanın Kılıçdaroğlu ya da CHP’ye kayda değer bir oy kazandırmadığı açık. Bu farklı partileri bir araya getiren şey, Erdoğan’ın giderek istikrarsızlaşan ve öngörülemez hale gelen yönetimine karşı büyük şirketlerin çıkarlarını savunmaya yönelik ortak motivasyonlarıydı.
Basitçe ifade etmek gerekirse, tüm seçim stratejileri ‘biz Erdoğan değiliz’ demek üzerine kuruluydu ve toplumdaki hoşnutsuz kesimlerin desteğini kazanmayı umuyorlardı. Bu ittifakın ana vaatleri parlamenter demokrasiye ve devlet kurumlarında meritokrasiye geri dönmekti.
Bu, Erdoğan’ın bu seçimleri kaybedeceğine dair aşırı iyimser bir kampanya ile birleştirildi ve başta sol güçler olmak üzere diğer tüm güçlere cumhurbaşkanlığı (ve hatta parlamento) seçimlerinde aday olmamaları için muazzam bir baskı uygulandı.
AKP’nin oy oranı önemli ölçüde düşerken, ekonominin gidişatına kızan bazı Erdoğan destekçileri Millet İttifakı’na oy vermek yerine AKP’nin seçim ittifakındaki diğer sağ partilere oy verdi. Bu kişiler esas olarak Millet İttifakı’nın Batı ve IMF yanlısı tutumunun karşı karşıya oldukları ekonomik sefalete bir alternatif sunmadığına inanıyorlardı.
İlk turda yeterli oyu alamayan Millet İttifakı daha da sağa kayarak dünyanın en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan Türkiye’deki göçmen karşıtı duyguları istismar etmeye çalıştı. Kılıçdaroğlu’nun ana mesajı Türkiye’deki tüm göçmenleri sınır dışı etmekti. Hatta ikinci turda bir seçim zaferi elde etme umuduyla aşırı sağcı bir popülist olan Ümit Özdağ ile bir anlaşma yaptı. Bu siyasetçi, depremin ardından ekipler hala enkaz altından insanları kurtarmaya çalışırken mültecilerle ilgili söylentiler yaymakla meşguldü.
CHP’nin neden tekrar kaybettiği konusunda pek çok tartışma yapıldı. Bazıları CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yanlış aday gösterdiğini savunuyor. Ancak mesele kimin aday olduğu değil, hangi programla ve hangi stratejiyle aday olunduğuydu. Millet İttifakı, Erdoğan’a oy veren insanların desteğini alabilecek, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunları ele alan bir program ortaya koyamadı. Ekonomik meseleler ve depremin vurduğu bölgelerde süregelen sorunlar, esas olarak, kampanyalarının dışında bırakıldı.
Sosyalist programa ihtiyaç var
Bu seçim, halihazırda mecliste sandalyesi olan ve olmayan sol partiler için, ücret, barınma, enerji faturaları ve gıda fiyatlarıyla ilgili talepler içeren sosyalist bir program ortaya koyarak ve emekçi bölgelerinde kök salarak işçi sınıfını ve gençleri heyecanlandırmak için bir fırsattı.
Bu seçimdeki en büyük sol ittifak, HDP ve yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) oluşan Emek ve Özgürlük ittifakı oldu. HDP’nin oy oranı biraz düşerken, TİP kendi adıyla girdiği ilk seçimlerde yaklaşık bir milyon oy alarak dört sandalye kazandı.
HDP ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSP) liderliklerinin tepeden inmeci yaklaşımı, sermaye yanlısı ana muhalefet adayına verdikleri destek ve programlarındaki sağa kayma, HDP’ye verilen desteğin azalmasına yol açmıştır. HDP ve YSP programları sadece ekonomik adalet ve demokratik cumhuriyet çağrısı yapmanın ötesine geçmiyor.
Seçimlerin ardından, HDP’nin hapisteki eski lideri Demirtaş, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna katılmadıkları ve kötü organize edilmiş bir seçim kampanyası yürüttükleri için mevcut yönetimi haklı olarak eleştirdi.
İşçi Enternasyonali için Komitesi (CWI), cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sosyalist bir program üzerinde bağımsız bir işçi sınıfı duruşu olması için solda tartışmalar yapılması gerektiğini savundu.
Seçim öncesi makalemizde şöyle demiştik: “Solun ilk turda bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmamış olması talihsizliktir. İlk turda aday olmak, %50’den fazla oy almadığı sürece Erdoğan’ın kazanmasına izin vermez. Oysa sol aday göstererek bir işçi sınıfı alternatifi ortaya koyabilir ve sosyalist bir program temelinde işçi sınıfının geniş kesimlerine hitap edebilirdi. Böyle bir program, Millet İttifakı’na güvenmedikleri için Erdoğan’a oy vermeyi düşünen bazı emekçi insanlara hitap edebilirdi.
“Sendikalarda ve yerel topluluklarda enerjik bir kampanya temelinde, aday önemli bir oy da alabilirdi. Enerji şirketlerinin kamulaştırılması, enflasyona dayanıklı maaş artışlarının tam olarak finanse edilmesi ve toplu sosyal konut programı gibi sınıf taleplerinin yükseltilmesi heyecan verici bir etki yaratabilirdi.”
Ancak, işçi hareketi içinde herhangi bir demokratik tartışma olmaksızın, HDP ve TİP liderlikleri toplumdaki kötünün iyisi ruh haline yenik düştüler. TİP, Türkiye’deki tüm göçmenleri sınır dışı etme sözü veren Kılıçdaroğlu’na eleştirel olmayan bir destek vermekle kalmadı, aktif olarak onun için kampanya yürüttü.
Bağımsız bir sosyalist pozisyonu muhafaza etmiş ve bir mücadele programı ortaya koymuş olsaydı, seçimlerden sonra CHP destekçileri arasında gelişen öfkeden faydalanabilir ve onları sosyalist fikirlere kazanabilirdi. Bunun yerine, sadece mevcut ruh halini yansıttılar.
Bu önemli ideolojik ve stratejik hatalara rağmen, TİP’in sınırlı da olsa sosyalist fikirleri yeni bir kuşak arasında yaygınlaştırabilmiş olması olumludur. Ancak tam anlamıyla sosyalist bir program ortaya koymadıkça ve emekçi mahallelerinde örgütlenme olmadıkça, onlar da popülerliklerini hızla kaybedebilirler.
Depremden en çok etkilenen illerden biri olan Hatay’da Defne gibi bazı mahallelerde TİP oyların %28,22’sini almayı başardı. Bu da TİP’in taban bulduğu yerlerde son derece başarılı olduğunu göstermektedir.
HDP, TİP ve Emek Partisi (EMEP) gibi diğer sol örgütlerin, ittifak içindeki bazılarının zaman zaman sekter söylemlerine rağmen bir araya gelebilmiş olması da olumludur. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın güçlendirilmesi ve genişletilmesi için adımlar atılmalı ve ittifakın yapısı ve bu dönemde yükseltmesi gereken program hakkında tabandan kitlesel katılımla demokratik tartışmalar düzenlenmelidir.
CWI, böyle bir ittifakın sosyalist ve işçi örgütleriyle gerçek bir birleşik sol cepheye dönüştürülmesi gerektiğini savunuyor. Böylesi bir ittifakın federal yapıyor sahip olması ve herhangi bir siyasi partiye aidiyeti olmayan işçilerden de oluşan bir gruba sahip olması gerekiyor. İttifakın geniş kesimlerce ilgi uyandırması ve örgütlenmesi için, ücret, barınma, demokratik haklar vb. konulardaki sınıf taleplerinin yanı sıra ekonominin komuta kademelerinin işçilerin kontrolü ve yönetimi altında sosyalist kamulaştırma taleplerini cesaretle yükseltmesi gerekli. Böyle bir cephe aynı zamanda demokratik talepleri de yükseltmelidir ve bunu sosyalizm mücadelesiyle birleştirilmelidir.
İstikrarlı bir hükümet olmayacak
İstikrarlı bir dengeye dönüş sinyali vermek bir yana, Erdoğan’ın zaferi muhtemelen Türkiye kapitalizminin krizini derinleştirecek ve işçi sınıfının yaşam standartlarında herhangi bir iyileşme anlamına gelmeyecektir.
Türk lirasını desteklemek ve cari açıkları finanse etmek için döviz rezervleri ciddi şekilde tüketildi. Temerrütleri sigortalamanın maliyeti arttı. Seçimlerden sonra Türk parası daha da değer kaybetti. Bir Türk lirası şu anda yaklaşık 21 ABD doları değerinde.
Erdoğan, yatırımcıların Türk ekonomisine olan güvenini yeniden tesis etmek için yabancı yatırımcılar tarafından çok sevilen eski maliye bakanı Mehmet Şimşek’i yeni maliye bakanı olarak atamış olsa da ekonomik sıkıntılar devam edecek. Şimşek ‘rasyonel’ ortodoks ekonomi politikalarına geri dönme sözü verdi. Bunun anlamı, kemer sıkma politikaları uygulayacağı ve emekliler de dahil olmak üzere işçi sınıfına daha fazla saldıracağıdır.
Yeni hükümetin ulusal sorunu körüklemesi de muhtemeldir. HDP bu seçimlere büyük bir devlet baskısı altında girerken, demokratik yollarla seçilmiş belediye başkanları ve siyasetçileri görevden uzaklaştırıldı, hatta hapse atıldı. Türk parlamentosunda sağcı ve aşırı sağcı partilerin baskınlığı göz önüne alındığında, Kürt halkı ve Kürt hareketi içinde demokratik haklar ve ulusal haklar için mücadele etmek için hangi program ve stratejinin gerekli olduğu sorgulanacaktır.
Erdoğan rejimi böl ve yönet taktiklerine başvuracağından, bu dönemde tüm azınlıkların ve ezilen grupların demokratik haklarını savunmak hayati önem taşıyacaktır. Sol, işçi sınıfının azami birliği için çaba göstermeli ve kendi kaderini tayin hakkı da dahil olmak üzere demokratik ve ulusal hakları savunmalıdır. Demokratik haklar için mücadele, sosyalizm için mücadelenin bir parçası olmalıdır.
Endüstriyel mücadeleler hala düşük seviyelerde olsa da, bir aşamada Türkiye işçi sınıfı – zengin mücadele ve sosyalizm gelenekleriyle – var olan duruma damgasını vuracaktır. Bu dönemde hayati bir görev, yeni saldırılar karşısında sendikalar da dahil olmak üzere işçi sınıfının örgütlerini yeniden inşa etmek ve işçi sınıfını siyasi olarak güçlendirmektir.
Bağımsız bir işçi sınıfı hareketi temelinde, sosyalist bir programla, Erdoğan gibilerden kurtulabilir ve toplumu sosyalist çizgide dönüştürmeye, çoğunluğun yaşam standartlarını dönüştürmeye başlayabiliriz.