Nato, Kürtler ve başkanlık seçimi: Sol ne yapmalı?

Türkiye’de devam eden bir siyasi, ekonomik ve sosyal kriz var. Pandemi, halihazırda var olan süreçleri hızlandırarak büyük bir hızlandırıcı görevi gördü. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan rejiminin, Türk parasının değerindeki keskin düşüşün neden olduğu 2018 krizinin etkilerinden kurtulmasını kesinlikle çok daha zor hale getirdi. Rejim hem yurtiçinde hem de yurtdışında büyük zorluklarla karşı karşıya.
Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu derin krize rağmen Erdoğan, kendisini Türkiye’nin düşmanlarına karşı savaşan güçlü bir düzen karşıtı figür olarak göstermeye devam ediyor. Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamazdı.
Türkiye’yi yirmi yıldır yöneten Erdoğan rejimi şimdi çok zayıf ve istikrarsız bir durumda. Erdoğan’ın yıllardır sahip olduğu popülerlik hızla azalıyor.
Bunun temel nedeni, Türkiye’deki işçi sınıfının bir yaşam pahalılığı kriziyle karşı karşıya olmasıdır. Resmi istatistikler yıllık enflasyonun yüzde 78’in biraz üzerinde olduğunu iddia etse de, birçok ekonomist ve akademisyen enflasyonun yüzde 100’ün oldukça üzerinde olduğunu savunuyor. Tabii ki, birçok işçi sınıfı için enflasyon seviyeleri bundan bile çok daha yüksek hissediliyor. .
Ancak milyonlarca insan daha derin bir yoksulluğa sürüklenirken, Türk toplumunda zenginler daha da zenginleşmeye devam ediyor. Sadece 2020’de 21.000 kişi daha dolar milyoneri oldu ve Türkiye’deki toplam sayı 115.000’e ulaştı.
Ancak Türkiye ekonomisindeki kriz ve Erdoğan’ın istikrarsız yönetimi, onu kapitalist sınıfın sadece yurt içinde değil, uluslararası alanda da güvenilmez bir temsilcisi yapıyor. Rejimine karşı artan bir muhalefet var.
NATO
Batı ülkelerinden, özellikle de ABD’den tavizler elde etmek elindeki kartları kullanan Erdoğan, İşveç ve Finlandiya’nın Kürdistan İşçi Partisi (PKK) üyelerini baskı uygulamadığı takdirde Türkiye’nin NATO içerisindeki kozunu kullanarak bu iki ülkenin NATO’ya katılımını engellemeye çalıştı.
Uzun bir diplomatik görüşme sürecinden sonra, Finlandiya ve İsveç’in PKK’ya karşı sert önlemler alma ve Türkiye’ye yönelik askeri ambargoyu kaldırma konusunda anlaşmaya varmasıyla Erdoğan NATO’dan tavizler almayı başarmış gibi görünüyor. Yine de Erdoğan, İsveç ve Finlandiya’yı, PKK üyelerini iade etmedikleri takdirde Türk parlamentosuna anlaşmayı onaylamamalarını söyleyecekleri konusunda tehdit ediyor.
Kapitalizmin çıkarları söz konusu olduğunda, Erdoğan’ın istikrarsız ve öngörülemeyen davranışları, onu kapitalist sınıfın güvenilmez bir temsilcisi yapıyor. 2017 yılında, NATO üyesi olan Türkiye, ABD’nin itirazlarına rağmen S-400 füze sistemini satın almak için Rusya ile bir anlaşma yaptı.
Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine itirazı, Türkiye ile Yunanistan arasında Akdeniz’de tansiyonun tırmanması, Rahip Brunson’ın terör bağlantılı olduğu iddiasıyla hapse atılması ve Rojava’da Kürtlere yönelik askeri operasyonları, Türkiye ile batı ülkeleri arasında son dönemde bozulan ilişkilerinin örnekleridir.
Aynı zamanda Türkiye, bu dönemde Rusya ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Erdoğan, Batılı ülkeler ile Rusya arasında zikzak çizerek, dalgalı ve belirsizliklerle dolu uluslararası durumdan en iyi şekilde yararlanmaya çalışıyor.
Dolayısıyla Türkiye, Ukrayna’ya askeri destek verirken ve Rus askeri gemilerinin Boğaziçi’ne girişini engellerken, Rusya’ya yaptırım uygulamayı hala reddediyor ve iyi bir ekonomik ilişki sürdürüyorlar.
Türkiye, bağımsız bir dış politikası olduğu izlenimini vermeye çalışıyor. Ancak gerçek şu ki, Türkiye hâlâ Batı’nın desteğine büyük ölçüde bağımlı. Örneğin, Türkiye ihracatının yüzde 40’ından fazlası Avrupa Birliği’ne (AB) gidiyor ve bu da onu açık ara Türkiye’nin en büyük ihracat ortağı yapıyor. Benzer şekilde Batılı ülkeler de Ortadoğu’da hem ticaret hem de jeopolitik ortak olarak Türkiye’ye bağımlıdır. Bu nedenle, bu aşamada bağları koparmamak herkesin çıkarınadır.
Türkiye, Rusya ile Batılı güçler arasında zikzak çizerek kendisini bölgesel bir güç olarak yeniden öne çıkarmak ve etki alanını genişletmek istiyor. Son birkaç yılda Libya, Irak ve Körfez gibi ülkelerde faaliyet gösteren Türk işletmelerinde bir genişleme oldu.
Kürtler
NATO ile Türkiye arasındaki bu son diplomatik görüşmeler, Batılı güçlerin ve kapitalist kurumların Kürt işçi ve yoksulların dostu olmadığını bir kez daha gösterdi. Kürt halkının içinde bulunduğu kötü durumu alaycı bir şekilde kendi çıkarları için kullanacaklardır. Türkiye ile NATO arasındaki görüşmelerde Kürtlere piyon muamelesi yapıldı. Türkiye’nin Kürt militan gruplara karşı kullandığı birçok silah batılı kapitalist ülkelerden satın alındı.
Türkiye, bir NATO üyesi olarak Türkiye, Irak ve Rojava’da yaşayan Kürtlere yönelik çeşitli askeri operasyonlar başlattı. Türkiye, Türkiye-Suriye sınırında uzun bir şerit oluşturmayı amaçladığı için Rojava’da başka bir askeri operasyon olabileceği endişesi var. Erdoğan, Türkiye’deki mültecileri bu bölgeye yerleştireceğini söylüyor.
Erdoğan rejimi giderek daha istikrarsız hale geldikçe, batılı ülkelere karşı “sert” davranarak ve Kürtlere saldırarak kendi ülkesinde milliyetçiliği kışkırtmaya çalışıyor. Ancak bu çabalara rağmen, Türkiye’deki birçok işçi ve orta sınıf insan için en önemli konu, geçim sıkıntısıdır.
Bununla bağlantılı olarak, mülteci krizinin Türkiye’de ve bölgede istikrarsızlaştırıcı bir etkisi oldu. Türkiye, Suriye, Irak, Afganistan ve diğer ülkelerden gelen 4 milyondan fazla mülteci ile dünyanın en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yapıyor.
Bu sistemin başarısızlıklarının bedelini sıradan emekçi insanlar ve yoksullar ödüyor. Egemen sınıflar, başka mezhepten işçi gruplarını birbirine düşürüyor. Bölgedeki mezhepsel bölünmeleri önüne geçmek için sosyalist politikalara dayanan birleşik bir işçi sınıfı hareketi inşa etmek hayati önem taşıyor.
Olmayan muhalefet
Erdoğan, cumhurbaşkanlığı boyunca, iktidarına layık bir muhalefet olmadığı konusunda birçok kez şaka yaptı. En azından bir konuda haklı!
Erdoğan rejimine karşı muhalefet, kendini sosyal demokrat bir parti olarak gösteren Cumhuriyetçi Halk Partisi (CHP) tarafından yönetiliyor. CHP, beş sağ partilerle Millet İttifakının bir parçası. Eski başbakan Ahmet Davutoğlu ve eski maliye bakanı Ali Babacan da bu ittifaka dahildir. Davutoğlu da ve Babacan da, Erdoğan döneminde işçi sınıfına ve ezilen azınlıklara yönelik saldırılara ortaktır.
Bu altı farklı partiyi birleştiren tek şey Erdoğan’a karşı olmaları, başka bir şey değil. Genel olara sermaye yanlısı program uygulamayı kabul etmenin dışında, halktan destek kazanmak için ne tür bir program ortaya koymaları gerektiğine dair bir tartışma yok.
Millet ittifakı, neredeyse tamamen toplumda var olan ‘kötünün iyisi’ ruh haline güveniyorlar. Ancak gerçek şu ki, bu kapitalizm yanlısı muhalefetin, işçi sınıfının geniş kesimlerinde yankı uyandıran hiçbir programı veya politikası yok. Bu ittifaka güven olmaz. Sonunda patronların çıkarlarına hizmet eden bir ittifak bu.
Erdoğan kapitalist sınıfın çıkarlarını güvenilir bir şekilde temsil etmese de patronların Millet İttifakının kazanmasını tercih edeceklerini iddia etmek fazla basite indirgemek olur.
Erdoğan rejimi, işçi sınıfının geçim kaynaklarına ve demokratik haklarına yönelik vahşi saldırılara başkanlık etti. Ücretleri düşürürken patronları zenginleştirmekte başarılı oldu. Türkiye’deki kriz ille de Erdoğan’ın kendisinden kaynaklanmıyor, ancak kapitalizmin Türkiye’deki ve uluslararası alandaki başarısızlıklarının bir göstergesi.
Ayrıca Millet İttifakı’nın 2023’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına net bir ortak aday çıkaramaması şu ana kadar, bu ittifaktaki sorunları ve derin bölünmeleri göstermektedir.
Erdoğan rejimine artan öfke nedeniyle bir sonraki seçimlerde bu ittifak iktidara gelse bile, ileri görüşlü kapitalistler bunun patronlar için istikrarlı bir ortam yaratmayacak, istikrarsız bir ittifak olacağını tahmin edebilirler. Dünya ekonomisindeki kriz göz önüne alındığında, manevra alanları sınırlı olacaktır.
Sol ne yapmalı?
Açık olan şu ki, Türkiye’de oldukça kutuplaşmış, istikrarsız bir siyasi durum var. Ama sadece kapitalistlerin siyasal temsiliyet sorunu yok. Aynı zamanda sendikal hareketin liderleri, bu kritik zamanlarda işçi sınıfının çıkarlarını savunmak için ortaya bir yol haritası çıkaramadılar.
Türkiye siyasetinin temel sorunlarından biri mülteci krizidir. Kitlesel bir işçi partisinin yokluğunda, insanlar iş, ev ve kaynak eksikliği nedeniyle birilerini suçlamaya çalıştıkça nüfus arasında mülteci karşıtı duygular artıyor. Aşırı sağ dahil ana akım kapitalist partiler, Erdoğan’ı eleştirmek için bu durumdan yararlanmaya çalışıyor.
Bu, farklı topluluklar arasındaki gerilimlerin tırmanabileceği oldukça tehlikeli bir durum yaratıyor.
Türkiye’deki krizden göçmenlerin sorumlu olmadığının altını çizmek önemlidir. AB ile Türkiye arasındaki anlaşma olmasaydı, pek çoğu Türkiye’de kalmak bile istemezdi. Gerçek şu ki, göçmenlerin büyük çoğunluğu tüm etnik kökenlerden (Türk, Kürt, Arap vb.) patronlar tarafından sömürülüyor, çünkü bir Türk işçiden çok daha azına çalışıyorlar. Birçoğu belgesiz ve aşırı kalabalık gecekondularda yaşıyor.
Ancak soldaki bazı gruplar, Türkiye’de ciddi bir ekonomik krize katlanmak zorunda kalan birçok emekçi insanın hayal kırıklığını anlayamıyor. Türk işçileri sadece ırkçı olarak göstermenin kimseye faydası yok. Egemen sınıf, işçileri birbirine düşürerek bölmeye ve yönetmeye çalışıyor, bu nedenle sendikal hareketin Erdoğan ve patronlarla savaşmak için birleşik bir işçi sınıfı hareketi inşa etmek için adım atması hayati önem taşıyor. Bu, aşırı sağın ırkçı fikirleri başarıyla yaymasını engelleyecektir.
Ayrıca, sendikal hareketin olaylara damgasını vurması için acil bir ihtiyaç var. Hayat pahalılığı krizine karşı mücadelede ön saflarda yer alıyorlar.
Bu yılın başından bu yana, tarihsel olarak düşük seviyelerde olsa da, işçi mücadelesinde bir artış gördük. Kuryeler, depo işçileri, fabrika işçileri, daha iyi ücret ve sendikal haklar talep eden spontane grev eylemi yaptılar. Çoğu zaman, işçiler aletlerini düşürdü ve fabrikaları işgal etti. Bu dönemde işçilerin taleplerinin patronlar tarafından karşılandığı önemli zaferler olmuştur.
Örneğin geçtiğimiz günlerde Smart Solar’da çalışan Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş) üyeleri, işçilerden birinin sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarılmasının ardından çalıştıkları fabrikayı 24 saat boyunca işgal etti. İşten atılan işçiyi geri almak ve sendika ile toplu iş sözleşmesi görüşmelerine başlamak zorunda kalan patronlar dize getirildi.
İçinde bulunduğumuz dönemde, ücret, iş ve çalışma koşullarını savunmak için işçi sınıfı örgütlerini yeniden inşa etmeye hayati bir ihtiyaç vardır. Bu, sendikalar içinde mücadeleci bir sol örgütlenmeyi ve sosyalist bir program ortaya koyarak toplumun geniş bir kesimini heyecanlandırabilecek kitlesel bir işçi partisi inşa etmeyi de içerecektir.
Sol sendikalar için ilk adım, Erdoğan’ın kapitalizm yanlısı rejimine karşı mücadelede endüstriyel ve siyasi stratejiyi tartışmak üzere bir konferans çağrısı yapmak olabilir. TÜRK-İŞ gibi devlet kontrolündeki diğer sendikaların üyelerine de bir mücadele koordine etmeleri için çağrıda bulunmalıdırlar.
İstikrarsız siyasi durum, işçi sınıfının siyasi temsiliyet sorununu oldukça keskin bir şekilde ortaya koymaktadır. 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, solun bir işçi ittifakı oluşturmak ve seçimlerde Erdoğan’a karşı adaylar çıkarması için somut adımlar atması gerekmektedir. Böyle bir ittifak siyasi olarak sermaye yanlısı güçlerden mutlaka bağımsız olmalı ve işçiler için ileriye dönük bir yol haritası sunma potansiyeline sahip olmalıdır. Ve elbette yeni bir kitlesel işçi partisi hemen kurulmayacaktır. Ancak seçim sandığında işçi sınıfı yanlısı sosyalist bir alternatif ortaya koymak bir gelecek için bir işaret koyacaktır.
İşçi sınıfı arasında çalışarak, giderek daha fazla işçi siyasi bir alternatif aramaya başladıkça bir işçi partisi emekçiler arasında yankı bulabilir. Kapitalizm yanlısı Millet İttifakı’nın sınırlarını ve gerçek yüzünü ortaya çıkarabilir.
Türkiye’deki Kürt işçiler arasında önemli bir tabana sahip olan Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi (HDP) bu ittifakın bir parçası olmalıdır. Liderliği tarafından sunulan sınırlı programa rağmen, HDP pek çok kişi tarafından sol bir parti olarak görülüyor. Birçok aktivistleri ve seçilmiş temsilcileri hapiste olduğu için Türk devletinin büyük baskısıyla karşı karşıyalar. HDP’nin birkaç gün önce yapılan son kongresinde yaklaşık 10.000 kişi bir araya geldi ki bu da ağır baskılara rağmen tabanlarını koruduklarının bir göstergesi.
HDP liderleri haklı olarak üçüncü bir ittifakın olması gerektiğini savunuyorlar. Ancak bu, önerdikleri gibi basit bir ‘demokratik güçler’ ittifakı değil, sermaye yanlılarından bağımsız bir işçi örgütleri ittifakı olmalıdır. Demokratik haklar için mücadele sosyalizm için mücadelenin bir parçasıdır.
Dahası, Türkiye İşçi Partisi (TİP) birçok insan tarafından, özellikle de gençler tarafından, 4 milletvekiliyle parlamentoda mücadele eden bir güç olarak görülmektedir. Seçilmiş konumlarını işçi sınıfı ve ezilenlerin karşılaştığı sorunları gündeme getirmek için kullanabiliyorlar.
Ancak kapitalizm yanlısı muhalefete benzer şekilde sol güçler de herhangi bir program ortaya koymuyor. İşlerin ne kadar kötü durumda olduğunu anlatmanın ötesine geçmeliler ve Türkiye’deki kitleleri heyecanlandırabilecek somut bir strateji ve program ortaya koymaya başlamalılar. Demokratik haklar için mücadele etmenin yanı sıra, bankaların, enerji şirketlerinin ve diğer kilit endüstrilerin sosyalist kamulaştırılması için kampanya yürütebilirler. Yükselen fiyatlar göz önüne alındığında, temel taleplerden biri tüm işçiler için enflasyona dayanıklı ücret artışları olmalıdır.
Bu aşamada ne HDP ne de TİP böylesine cesur bir program ortaya koyuyor. Sadece Erdoğan’ın yönetimine karşı çıkmak yerine, sosyalist bir alternatif ortaya koymalı ve Erdoğan’ı ve onunla birlikte kapitalist sistemi alaşağı etmek için birleşik bir kitlesel işçi sınıfı hareketi inşa etmelidirler.
Diğer ülkelerde gerçekleşen grevler ve kitlesel hareketler, Türkiye’deki işçi sınıfının özellikle ileri kesimlerinin bilincinde etkili olacaktır. İngiltere’de sadece 50.000 demiryolu ve metro işçisinin tüm ülkeyi durma noktasına getirebilmesi, işçi sınıfının potansiyel gücünü göstermektedir. Ayrıca Sri Lanka’da artan fiyatlara karşı yapılan kitlesel protestolar da Türkiye’deki işçilerin özgüvenini artırabilir.
Erdoğan rejimi daha önce hiç bu kadar zayıf bir durumda olmamıştı. Manevra alanı sınırlı olan ölümcül bir krizin içinde. Ancak bu hiçbir direniş göstermeden gideceği anlamına gelmiyor. Gücünü, servetini ve ayrıcalıklarını korumak için elindeki tüm araçları kullanacaktır.
Sadece Erdoğan ve kliğini değil, patronları ve onların kapitalist sistemini de bir kenara süpürmek için işçi sınıfı önderliğinde kitlesel bir eylem hayati önem taşımaktadır. Sadece sosyalizm işçi sınıfına ileriye dönük bir yol sunmaktadır.